Ağustos 02, 2013

Sesler, Sözler ve Çeviri

Müzik neden sözlere ihtiyaç duyar?
Dil, değişik tonlarda sesin bir araya gelmesiyle oluşmuştur; seslerden oluşmuş işaretlerin düzenli dizisiyle oluşan müzik, neden sözlerle desteklenmeye gereksinim duyar? Ya da tersinden bakalım, müzik ses parçalarından oluşmuşsa, bu sesler de dilsel süreçlerle anlam kazanmışsa, müzik konuşma/yazı kadar, belki daha güçlü olan kendi öz diline sahiptir; neden müziğe söz eklenerek onun bu güçlü dili yadsınır? Yoksa müziğe sözler ekleme ihtiyacı insanların düşük algı düzeylerinin ürünü müdür?

Başka şeyler de var. Sözcükler anlam ifade edebilmeleri için taşıdıkları seslerle uyum içinde olmalılar. İlkel bir adam düşünelim, bu adamın yaşadığı zaman diliminde dilsel beceri henüz gelişme aşamasında farz edelim. Bu ilkel adam, adı henüz konmamış vahşi bir hayvan ile karşılaştığında bu hayvandan korunmak, daha doğrusu onu korkutup kaçırmak için kollarını iki yana açarak sözgelimi “aaaaaooooov!” diye bağırsa, varsayımımız gereği, bu hayvan bu hareketten ve sesten ürkse ve adamımızı rahat bıraksa; kolaylıkla söylenebilir ki bu adam, aynı hayvanla her karşılaştığında aynı davranışını tekrarlayacaktır. Enstantaneyi biraz daha genişletelim ve adamımızı kendi kabilesinden birkaç adamla birlikte ormana gönderelim ve hepsini bu korkunç yaratıkla karşılaştıralım. Öğrenmiş adamımız, güruhun önüne geçerek, kâh yöntemi diğerlerine sunmak, kâh yırtıcı hayvandan korunmak için aynı sesi çıkararak kollarını iki yana açma hareketini yaptığında, gruptaki herkes ileride tekrar karşılaşacakları bu hayvan karşısında onun bu yöntemini kullanacaktır. Bu hayvana karşı kullandıkları korkutma sesi de, muhtemelen hayvanın adı olacaktır; hatta söyleyiş şekli kullanım yoluyla evrime uğrayacak, “avo/haov/hav/av…” gibi varyasyonlar türeyecektir.

Dilin doğal bir süreç sonucunda ortaya çıktığını kendimce anlatmaya çalıştım; bu süreçte her harf, hatta anlamsız dediğimiz, aslında sesine göre bir duygu taşıdığını da bildiğimiz ünlemler (örneğin, ah, tüh, vah...), dilin gelişimiyle, sayısız kombinasyonlardan geçerek anlamlı bir bütünlüğe sahip olmuştur. Yani, konuşma eylemini derinlemesine analiz edersek elimizde ses parçaları kalacak; bu ses(çik)lerin aynı zamanda müzik oluşturduğunu kimse reddetmez. O zaman –hem müziğin hem sözlerin kökeni sesler ise- ses; bestelerde, şarkılarda iki ayrı kanaldan akar? Birinci kanal, müziğin kendisi; ikincisi yapıttaki sözler oluyor bu durumda. Fakat müzik, kendi başına fikirlerle ve duygularla yüklü; kaliteli bir dinleyici “sözsüz” bir bestedeki fikirleri, duyguları, sanatsı düşlemi pekâlâ algılar. Velhasıl üstte belirttiğim üzere, dilsel süreçler esnasında, anlamlar seslere rastgele yüklenmemiştir, kaliteli bir besteci bu dilsel süreçleri derinlemesine analiz etme becerisine sahiptir, ki müziğinde kullandığı enstrümanlar, dolayısıyla sesler, gelişigüzel seçilmemiştir (Müzikte kurguyu daha iyi anlamak için bkz. Mit ve Anlam; Lévi-Strauss, Claude; İthaki Yay. Çev: Gökhan Yavuz Demir; kitabında “Mit ve Müzik” başlığında, Wagner’in Der Ring Des Nibelungen operası yorumu.)

Örneğin,
Bir kemanın en ince tonda inleyişleri “i” ya da “ü” harflerinin seslerinin tınısına sahiptir. Buradan hareketle, inin inim inlemek, üz-, üzül-, işkence, irin ve benim algımın çok ötesinde nice sesler ve deyişler türetilebilir.

Benzer şekilde, bir basgitarın boğuk ve karamsar tonu, benim kulağımda “a” ve “k” harflerinin tonunu çağrıştırıyor. Buradansa akşam, akis, kara, baykuş, karamsar, kar, kaç- gibi türetimler yapabiliriz.


Bir başka şekilde, şu el zillerinin çın çın şıl şıl çıl diye heyecanla ötüşleriyle -ve bu zillerin genellikle hızlı tempolu oyunlarda kullanılmasından-, eğlence ve sevinç duyguları uyandırdıklarını söyleyebilirim. Bas gitarın karamsar tonunun aksine, kuşların ince ve çevik tonlarını imite eden bu sesler, insanda bir mutluluk, bir coşku hissiyatı, bir kıpırtı uyandıran bu tonlardan, ışıl ışıl, pırıl pırıl, şıklık, şırıltı, çığ[hareketlilik], hoş gibi kelimeler/sesler türeyebiliyor.
Büyütmek için şemanın üzerine tıklayınız.


Dilsel gelişim, alfabetik aynılık
Dikkat ederseniz, seslerden çıkışla dile yerleşen yansıma sözlerin hemen hepsi tek ya da çift heceden fazla değil başlangıçta. Duygular da böyledir, yazınsal ve kelimesel olarak ifade edilemeyen birçok duygu kısa heceler taşıyan, anlamsız sesçikler olarak zihnimizde kıpırdanırlar. Proust gibi yazarların, duyguyu anlatabilmek için yüzlerce sayfaya gereksinim duymaları, bir bakıma, bu ironik durumu –kıpkısa sesçikler halinde aklımızdaki kadifemsi bir köşeyi okşayan, bazen bir müziğin tam yerinde vuran bir notasının, bazen de yalın bir duygulanım sürecinin ürünü olan, kısa olmalarına rağmen, kısa cümlelerin anlatmakta yetersiz kaldığı hali- sesin sahip olduğu hıza ve kıvrak anlatım yeteneğine sahip olmayan yazın sanatıyla anlatmaya kalkmalarındandır. Bunun bir başka nedeniyse elbette yazından bağımsız seslerin (yalın seslerin ya da müziğin) kelime ve kavram çitleriyle sınırlanmamasıdır ki, kısa sürelerde insana dair birçok duyguya öykünebilirler. Şimdi, farklı kültürlerden kimselerin dilsel süreçlerini, insanın en temel hislerinden olan acı hissiyle birlikte inceleyelim. Bu incelemeden beklediğimiz, dilsel gelişimin, coğrafya ve kültürden neredeyse bağımsız biçimde, hemen her insanda aynı şekilde gerçekleştiği; dolayısıyla, her insanın, dışsal bir etmen olan önyargılardan arındığı müddetçe, her çeşit sözü anlayabileceği, her çeşit müziği dinleyebileceği, her çeşit düşünme biçimini gerçekleştirebileceği üzerinde düşünmektir. Bu noktada ispattan söz edemeyiz, çünkü burada aldığımız “acı” hissinin dilden bağımsız olabileceği ya da dilsel gelişim sürecinin en ilkel basamağına ait olabileceği sorunu baş gösterebilir. Bu sorunu tartışmaya devam etmek istiyorum ama şimdi, şu acı hissine değişik dillerde hangi seslerle tepki verildiğine bakalım:

Değişik anadillere sahip insanların canları yandıklarında, ağızlarından çıkan ünlem sesleri, ( [] okunuşları gösterir,)

Türkçe, Ah! ya da Ay!
İngilizce, Ouch! [Auvç]
Fransızca, Aïe! [Aiy]         
Almanca, Aua! [Auw]
İspanyolca, ¡Au! [Auv] ya da ¡Ay! [Ay]
Portekizce, Ai! [Ay] ya da Au! [Auv]
Japonca, 痛い。(fonetik yazım itai) [İday]
Arapça, Ah! ya da Ay!
Filipince, Aray! [?]
Lehçe, [Au]ya da Ała [Auva]

Görüldüğü gibi, birçok dilde, acıya tepki olarak verilen sesler A harfi ve ek sesler yardımıyla yapılmaktadır. Öncesinde değindiğim sorun, bu karşılaştırmayı yaparken, dilsel, zihinsel, yani insana dair tüm yeteneklerin sıfıra indirgendiği, acı gibi bir durumu ele aldığımızdan, metodolojik bir hatanın kucağına düşmüş olabilirim. Ama bu sorunu aşmak üzere pekâlâ başka sorular da sorulabilir. Neden A ve türevi sesler en temel hislerden biri olan acıya tepki olarak ortaya çıkar? Bunda, A sesinin insan tarafından en kolay telaffuz edilen seslerden biri olmasının rolü var mıdır? Öte yandan, birçok dilin alfabesi A ya da E gibi, ya da bu sesleri taşıyan değişik işaretlerle başlıyor, bu bir tesadüf müdür, yoksa ilk soruya verilecek cevap bu sorunun cevabına yakınlaşmamızı mı sağlar?

Aynı soruna bir başka açıdan bakalım. Bir bebeğin ilk çıkardığı sesleri A, B, D harfleriyle gösteririz. Baba, dede, anne, ana, dad, daddy, mom, papa… kelimelerinin seslenimlerinden göreceğimiz gibi, dilsel süreç hemen her insanda, insan türünün fizyolojik temelini de göz ardı etmezsek (ağız, diş, damak, boğaz, geniz vs. yapıları) ilksel sesler, en basit seslerdir, bu sesler genellikle alfabelerin ilk seslerini oluşturur. Buradan hareketle belki alfabede ses ses ilerlendiğinde, ilksel seslerden sonal seslere doğru gidiş, gradiyant bir müzikal geçişle gerçekleşebilir. Bu da insanın, doğuştan dil öğrenme yetisine sahip olduğu gibi, müzikal algıya da sahip olduğunu gösterir; ne yazık ki bu müzikal algı yaşam tarafından köreltilecektir.

Sesler-sözler ekseninde çevirmen
Sesler ekseninde çözümleme yapmak tatmin edici malzeme bulabilmek açısından kolay, ne de olsa hepimizin bir sesi, bir dili var; öte yandan bütünleşmiş sesler ve kültürler unsuru olan dilde, tümdengelim metodunu uygulamak, yani dili yapısal bozuma uğratarak çıkarımlar yapmak hayli zor. Bunun temel nedeni, kaynaktan epey uzaklaşılmış olunması, dilin kaynağı olan seslerden. Bunda geçirdiğimiz sayısız öğrenmenin rolü büyük. Bu öğrenmelerin giderilmeleri (unlearn), yeni öğrenmelerin bilinçli yapılması noktasında, farklı dillerle muhatap olmak yarar sağlayacaktır, zira bir dilin sahip olduğu seslerin yorumlanması işi, farklı dillerin benzer durumlardaki seslerinin tespitiyle yakından ilişkilidir. Burası, diller dili çevirinin devreye girdiği noktadır. Ne de olsa, dünyayı ve kapsadığı her şeyi (müzik dâhil) algılama sürecimiz gözle görülenin ve hissedilenin zihnimizde düşünsel adacıklara, kimi zaman da somut fikirlere çevrilmesidir. Çevirmenin yaptığıysa bu çevrim sürecini bilinçli olarak kontrol etmek olabilir.

B Planı, Sayı 2 Haziran-Ağustos, 2013
Deneme, Dil üzerine düşünceler

Nisan 14, 2013

Okyanus Yüzeni


1633 civarında şiir için çizilmiştir,
Danimarka Kraliyet Kütüphanesi.
Physiologus; Physiologiae’nın, yani doğa-bilim, dönemin ağzıyla ifade etmek gerekirse, doğadan düşünce devşirme ilmi, olarak tarif edilebilen kelimenin, Latince bir formudur. Günümüz bilim dalları taksonomisine fizyoloji olarak geçmiştir geçmesine ama ne benim bahsedeceğim konunun, ne de bu derlemenin maksadının bir bilim icra etmek olmadığı aşikârdır. Hangi derlemenin?

Physiologus, İskenderiye’de, adı bilinmeyen bir yazar tarafından Yunanca olarak yazılmış ya da derlenmiş didaktik metinlerden oluşan bir eserdir. Sonradan Latince’ye aktarıldığına inanılan metinlerin M. S. II. yüzyıl dolaylarında yazıldığı sanılmaktadır, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından sonra yazıldığından neredeyse eminiz.

Physiologus, bazı gerçek ve kurgusal hayvanlar ve objeler üzerinden yazılan şiirlerden oluşmaktadır. İskenderiye’de yazılan bu metinlerin, gerek teolojik incelemeler gerekse üslup bakımından Doğu’ya ait olduğunu tahmin edilebilir. Zaten Kelile ve Dimne’yi okuyanlar bilecektir, insandışı bir varlıktan düşünceler devşirme, daha çok Doğu’ya özgü edebî bir gelenektir. Bu metinlerin önemi, sonraki yüzyıllar boyunca, özellikle Orta Çağ’daki doğa-felsefe algısını oluşturmalarındadır. Derlemede geçen ve günümüzde hâlâ bilinen hikâyelerden bazıları, küllerinden doğan Phoenix, kendi kanıyla yavrusunu besleyen Pelikan, ancak bir bakirenin dizlerine kendini teslim eden tek boynuzlu at (Unicorn).

Derlemenin içerisinde bir nesne veya hayvanla özdeşleştirilen, Roma’nın Hristiyan âlemine bıraktığı miras suretiyle klasik Orta Çağ Hristiyan anlayışını şekillendiren bu hikâyeler elli bir tanedir. Benim çevirisini yaptığım balina şiiri, gezginlikten ve onun nihai sonucundan bahseder.

Şiir, tek tanrılı dinlerin özünde, dinin savunduğu inanç sistemi dışında bir başka sistemin var olamayacağı anlayışı yatmasından şekillenir; Tanrı, insan gibi aciz bir varlığın sığınabileceği tek güvenli limandır, onun haricindeki her düşünce, açık denizlerde gezinmek, huzur bulamamak demektir. Balina şiirinde bundan bahsedilmektedir. Şeytan, balina ya da devasa deniz gezgini bir hayvanla ilişkilendirilirken, Tanrı inancını reddedenler ya da tek Tanrı’dan uzaklaşanlar, açık denizde yönünü yitirmiş denizcilere benzetilmektedir. Demirleyecek bir liman arayışında olan bu adamlar, durmadan gezinirler, çünkü inanışa göre insanın bir dayanağı olmalıdır; meselenin özündeyse, insanın gezgin olamayacağı, bir yere tutunma ihtiyacıyla yaratıldığı inancı yatmaktadır. Nitekim, Tevrat’ta (Çıkış 32) Musa, Rab’bin emirlerini dinlemek ve ona danışmak için dağa çıktığında, onun geciktiğini gören İsrailoğulları, Rab’larının artık kendilerini terk ettiğini ve yeni bir Rab’be ihtiyaçları olduğunu düşünerek, Musa’nın kardeşi Harun’dan, kendilerine bir put yapmasını ister. Sanki Harun da, onların bu fikrî çıkarımını onaylamaktadır ki, kavimden, yanlarındaki tüm altını getirmesini ister; tüm altını eritip döker ve onlara buzağı şeklinde bir ilah yapar. Unutulmamalıdır ki, İsrailoğulları ‘gezgin’ bir kavimdir, onların bu gezginlik ve bir yere ait olmama düşünceleri onları yine diğer kavimler gözünde “şeytansı” kılar. Konuya dönecek olursak, Harun’un put yapma eyleminin tefsirinde, insanın tanrısız kalamayacağı fikrinden sanırım Yahudi din âlimleri tarafından birçok kez bahsedilmiştir. Şiirdeki balina (ya da devasa deniz yaratığı) metaforuysa, düşüncelerde gezen kimsenin, bulup bulabileceği tek fikrin bizzat kendisinin, zamanı gelince onu alaşağı edeceği ve derinliklere (cehenneme) sürükleyeceği inancının cisme bürünmüş halinden başkası değildir. Açık denizde bir denizcinin dayanağı bir adadır, şiire göre de şeytan, okyanuslar ortasında kalan insanın en çok ihtiyaç duyduğu zaman öylesine buluverdiği bir ada olarak ufukta belirir.

Öte yandan, pagan kültlerinin yıkımının ardından neredeyse tüm kıtalara yayılmaya başlayan tek tanrılı inanç sistemlerinde, gezgin yıkıcılık bir şekilde baş gösterir; çünkü pek çoklarına göre pagan kültleri, “gezgin, huzursuz ve kâfir” zihinlerin eseridir. Bu gezginlik anlayışının pagan kültüründeki en iyi kişileştirilmiş hali Kuzey Mitolojisinin Odin’idir. Tanrı Odin, bir gözü kör, elinde asası, iki omzunda haberci kargalarıyla diyar diyar gezen, hayatını bilgelik arayışına adamış bir tanrıdır; böylelikle onun üstlendiği rol doğrudan şeytansı anılmıştır. Tevrat’taki hikâyeler de düşünce-gezginlik-huzursuzluk noktasında bizi aynı yola sokar. Nitekim, Adem ile Havva’yı Bilgelik Ağacının meyvesinden tatmaya ikna eden şeytandır. Bir kez bilginin, doğru ve yanlışın ayrımına varan ilk insanlar, dünya üzerinde gezginliğe çarptırılmıştır. Buradan hareketle, bulanık ve durmadan düşünen ve sorgulayan zihinler, tek tanrılı dinler tarafından şeytanın ordularının neferi olarak görülür.

Ek bilgi:
Ve yılan [Şeytan] kadına [Havva] dedi: Çünkü Rab bilir ki, ondan [bilgelik ağacı] yediğiniz gün , o vakit gözleriniz açılacak, ve iyiyi ve kötüyü bilerek Rab gibi olacaksınız. (Tekvin 3.4-5)

Aynı anlayış, İrlandalı şair W. B. Yeats’in The Wanderings of Oisin (Oisin’in Gezintileri) şiirinde de görülmektedir. Oisin, Hristiyanlık öncesi İrlanda’nın bir kahramanıdır; şiirin kurgusu Oisin ile İrlanda’yı Hristiyanlıkla tanıştıran S. Patrick [Aziz Patrick] arasındaki diyalogdur. Oisin, S. Patrick’e karşı pagan kültünü savunmaktadır ve şiirin daha başında, S. Patrick, Oisin’e bakın nasıl seslenir:

Sen ki eğri, dazlak ve körsün
Zalim yürekli ve gezgin akıllısın
Bilindi adın üç yüzyıl, ozanlar şakıdı
Şeytanî işveyle senin hallerini.

Şiirin adının, Oisin’in “Gezinti”leri olması bir tesadüf değildir.

Physiologus’taki şiirde, balina metaforu, huzursuz, gezgin denizcileri, denizin ortasında kara parçasını andıran sırtını yükselterek davetkâr bir şekilde bekleyen şeytandır. Bir düşünceden başka düşünceye yüzen denizciler, içgüdüsel olarak bir konak yeri ararlar kendilerine; ve hayvanın sırtına demir atıp kamp kurarlar. Artık orada kalmaya iyice ikna oldukları sırada, balina tarafından derinliklere sürüklenirler.

Milton’ın Paradise Lost şiirinde, aynı deniz yaratığı, "Leviathan" (Levyatan ya da Livyatan) ile ilişkilendirilir (Paradise Lost 1:201). Levyatan, okyanuslarda yüzen devasa bir yaratıktır. Timsah, kaplumbağa ya da balinaya benzetilmektedir (üstte Şeytan’dan yılan diye bahsedilmişti.) Bu bağlamda Herman Melville’in Moby Dick’inde de esasen şeytan metaforuyla savaşılmaktadır. Yaratığın gerçekte, fiziksel formu tam olarak bilinmez, ama hemen her kültürde bir benzeri bulunmaktadır. Tevrat’ın Eyüb (41:1) kitabında Rab Eyüb’e şöyle seslenir:

Levyatanı olta ile çekebilir misin?
Ve ilmekle onun dilini sıkabilir misin?

Yani, Rab Eyüb’e, ‘Şeytan’ı zapt edebilir misin? Onun ağzına gem vurabilir misin?’ demektedir. Aşağıdaki çeviride de bu hayvanın, ağzını açarak ihtiyatsız kimseleri yuttuğu anlatılır.

Birçok dile çevrilen Physiologus’taki Balina şiirinin, Eski ve çağdaş İngilizce çevirilerinden yararlanarak yaptığım çevirisi şöyledir:

Balina

İmdi, gene mahmuzlarım nüktemi ve
Şiir hünerimi, türküme sözleri katıp
Balık ırklarından birini anlatmağa,
Engerek-tosbağı*. Denize açılan erlerin [*İng. Asp-turtle; Yunanca Aspidochelone]
Gönülsüzce tesadüf ettikleri,
Ürkünç yutucusu insanoğlunun. Namına
Derya-yüzeni dedikleri, Fastitocalon.* [*Latince, okyanusu hızlısı]
Boz, haşin kayalar gibi rengi, yüzdükçe
Sazlık biten kabarık kıyıları andıran,
Ardı sıra kum tepecikleri olan engebeli,
İşte, deniz gezginlerinin ada zannettikleri.
Küstahça, yüksek pruvalı gemlerini urganlarla
O kıyıya demirlerler, o kara parçasına,
Kara parçası olmayan. Yüzerken hâlâ
Okyanus yılkıları, şaha kalkarlar o kıyı boyunda;
Yürekleri bitkin denizciler karaya iner,
Tehlikeden ırak zihinleri, konaklarlar orada.
Keyifle, ateş yakarlar kumlarda,
Kıvılcımları yükselen. O meskende, ışığın kalbinde*,
                                                       [*Işık-getiren, İbranice Lucifer, şeytanın bir başka sıfatıdır.]
Otururlar, -yılgıdan ırak- tatlı istirahat arzusuyla.
Derken, düzenbaz iblis adamları fark etti mi
Üzerine yerleşen, orayı mesken belleyenleri,
O nazik havayı soluyanları, ansızın
Tuzlu sular altına dalıverir dibe,
Dosdoğru derinlere sürükler avını;
O ki, okyanusun konuğu, sulak inlerde
Gemileri ve adamları yutar, tez hapseder
Ölüm yurtlarına onları. Böylesi,
İblislerin usulüdür, şeytanın hilesi: kudretini gizleyip
Sinsice baştan çıkarmak ihtiyatsız adamları,
Tekmil hikmetli amellerden alıkoymak,
Ve yardım, huzur dilendirmek
Ummadık hasımlardan; ta ki hainin birinde
Karar kılıp da mesken tutturana dek.
Ardından, içi hinlik ve fesatlıkla dolu,
Cehennem ıstırabına zincir atmış iblis,
Sezer ki muhitine konmuş adamlar sebatla,
O pek fena kalleşliğiyle, başlar kıskacına almaya ve
Mahvetmeye, kâh mağrur kâh mütevazıları,
Üzerinde konaklayanları, günaha giren
Dünyada onun emellerini icra edenleri.
Sufî miğferini kuşanmış karanlığın,
Avıyla bir cehenneme gider süratle,
İyilik yoksunu puslu kasavete doğru,
Kasvetli gölün -kapkara, dipsiz- filizlendiği,
Mahlukun kendisi gibisi, Fastitocalon’un;
Mahveder gemicileri, emin adamları
Ve kudretli gemilerini. Bir başka vasfı vardır,
O mağrur deniz-gezenin, pek daha ihtişamlı:
Dipte açlık tuttukta bu mahlukatı,
Canı yiyecek çekti mi, ağzını açar
Okyanus gardiyanı, gerer muazzam dudaklarını
İnsi gırtlağından cezbedici bir koku salar.
Tatlı esansı aldatır başka balıkları,
Tez çeker sürüleri kokusuyla
O habis mekâna. Dolar gafil kafile
İçeri, ta ki gergin ağız taşkınla
Tıka basa dolana dek, derhal kapanır sonra
Korkunç çeneler, hapseder avını.
İşte, şu fani zamanda, kulak asmadan
Yaşayan her ölümlü, teslim eder
Tatlı esansa, ayartıcı umuda kendisini
Baştan çıkarmasına; işte, Tanrı’nın gözünde,
İhtişamın Şahıdır o, günahları tiksinç kılar onu.
Ölümden sonra açar cehennem kapılarını
Cümle lanetli iblis, açar onun için
Her kim ki budalalık eder de burada,
Müsaade ederse bedensel hazzın
Ruhanî hidayeti alt etmesine.
Oyunbaz iblis, gönderdi mi sapkınları
Şeytani zanaatin hüneri, günahlarla
Cerahatlenen kızgın göle, kendisine
Sadık olanları, dünyevî yaşamlarında
Onun talimatlarını canı gönülden işitenleri,
Ölümün ardından kapar ıstırap saçan çenelerini,
Cehennem kapılarını. İçeri girenler bilir
Ne avuntuya ne de firara yer yoktur hükümden,
Ve kısılır orada, yüzen balıkların
Canavarın pençesinden kurtulamadığı gibi.
Öyledir ki, en iyisi cümlemiz için
Tanrı’ya hizmet ve övgü; efendilerin Efendisi,
Ve her daim tüm sözlerimizde ve eylemlerimizde
İblislerle mücadele etmek, ki görebilelim
Görkemin Şahını. Böylesi, fani şeyler zamanında
Huzur ve kurtuluş için çabalayalım,
Bu suretle Efendi’yi memnun edebilir de
Onun tükenmez şanına övgüler sunabiliriz.

B Planı, Sayı 2, Mart-Nisan 2013
Deneme, Çeviri Şiir

Aralık 18, 2012

Tanrısal Çevirmen


Geç Arkaik döneme ait
Attika Vazosu üzerinde
Hermes Figürü, Vatikan
İlk çevirmen kimdir, sorusuna yanıt ararken, ilk çeviri işini tespit etmek gerektiğini fark ettim. Eğer kişiye ulaşamıyorsak, kişinin yaptığı işte, kişiyi aramalı. O zaman da çeviri uğraşını tanımlama problemi baş gösteriyordu. Yani, bir dilde yaratılmış bir söylemi, yazılı veya sözlü olarak bir başka dile aktarma işine çeviri demek, oldukça basit kaçıyordu; çünkü burada ‘ilk’ten bahsediyorsak, yazı ve sözden de geriye gitmek gerekir, en eski efsanelere, teolojik hikâyelere kadar.

İşte o zaman, geçmişte birçok yazınsal eser veren Yunan uygarlığının mitlerinde, çevirinin izini aramak en makul yol. Yunan mitolojisinde "çevirmen" arayışına girişince, tanrıların habercisi, kendisi de aslında bir tanrı olan Hermes ile karşılaşıyoruz. Hermes'in  görevi, tanrılardan insanlara, insanlardan -başta Zeus'a olmak üzere- tanrılara haber taşımaktır. Hermes, ressamlar ve heykeltıraşlar tarafından, yapılı bir bedene sahip, ayaklarına kanatlı çizmeler giymiş bir figür olarak tasvir edilir. Tanrısal sözü, insana anlatmak, insanın algısında anlam bulacak biçime dönüştürmek,  ya da tam tersi, Hermes'in başlıca görevlerindendir. Ama efsanelerde, ona başka özellikler ve görevler de yüklenmiştir.  Bunlardan bazıları, tüccarların ve hırsızların koruyucusu, çobanların bekçisi, seyahat edenlerin tanrısı, ölüleri Hades'e götüren kılavuz. Yani Hermes, Yunan mitlerinde geçen ilk çevirmendir diyebiliriz.

Tüccar: Eski zaman tüccarlarının, bir şehirden bir başka şehire gidip, mallarını sattıkları düşünülürse, gittikleri her yerin dilini bilmeleri gerekirdi. Ayrıca çevirmen, tıpkı bir tüccar gibi, değiştiren, değiş tokuş yapan kimsedir.

Hırsız: Kendisine ait olmayan bir şeyi almak, hırsızın yaptığı iştir; çevirmen de kendisine ait olmayan bir metni alır, yani bir çeşit hırsızdır. Hatta bu çerçevede, Traduttore, traditore* deyişi bile türetilmiştir. Bu tür benzetme, çevirmenin kişiliğini ve yaptığı işi olumsuzlamadır. Aslında, iki farklı kültür arasında köprü kurmak gibi ustalık gerektiren kutsal bir görevi yapan kişi hakkında, neden olumsuz hisler vardır? Bunu şöyle anlamlandırabiliriz: Çevirmen kaynak ve hedef kültürü iyi tanımalıdır.  Bu aşinalıkla iki kültüre de hâkim olurken, iki tarafa da mesafeli durması işten bile değil. İşte bu duruş, özellikle çok eski zamanlar düşünüldüğünde, çevirmene iki kültürün de tam olarak güvenememesi sorununu yaratıyor. Öte taraftan da ona mecbur olduklarını bilmeleri, bu olumsuz tavrı doğuruyor olabilir.

Çoban: Çevirmen, iki farklı milletin imzaladıkları anlaşmalarda, iki taraf arasındaki iletişim bağını kurar; yani bir bakıma, iki tarafın da sözünü korur, antlaşmalarda yöneticilik yapar. Bu sebeple onun bir çoban gibi olduğu düşünülebilir.

Seyahat: Birden çok dil bilen elçiler, birçok ülkeyi gezer, hükümdarların sözlerini taşırlardı. Onlar da aslında birer çevirmendi. Tıpkı Hermes'in kanatlı çizmeleriyle gezerek, tanrıların sözlerini taşıdığı[na inanıldığı] gibi.

Kılavuz: Çok sığ bir ayrım yaparsak, iki çeşit çevirmen vardır: Birincisi, sadece kendi kişisel gelişimi için çeviren, kendi algılarını genişletmek ve edebi veya retorik yeteneğini geliştirmek için çeviren; diğeriyse, bir başkasına yazılı veya sözlü şekilde, kılavuzluk etmek üzere çeviriler yapan. Aslında, ikisi de birer kılavuzdur, birincisi kendisine, ikincisiyse okuyuculara/dinleyicilere kılavuzluk etmektedir.

*İtalyanca deyiş: Çevirmen, hain.

B Planı, Sayı:1, Aralık-Şubat 2012-3
Deneme


Nisan 16, 2012

Haiku Coşkusu

Basho - Ünlü Zıplayan Kurbağa
Haiku
'suna bir çizim.
Ayın ayazı
kapısız tapınak
ve engin gökyüzü
-Buson

Bir kelebeğin
yerkenki gürültüsü
ne kadar sessiz.
-Kyoshi Takahama

Eski hanemde
terk ettiğim vaktiyle
vişneler açmış.
-Kyoshi Takahama 

Karlar, düşüyor
birbiri üzerine
ve susuyorlar.
-Santoka

Bahar meltemi
ırgat gibi, külleri
etrafa saçan.
-Shinao

Orman kasvetli
yapraksız; ve rüzgarda
kükrer hiddetle.
-Soseki Natsume

Küçük salyangoz
Santim santim tırmanır
Fuji dağını.
-Issa

Sarmış çiçekler
O an ölüm tek arzum
düşlerimizde.
-Etsujin

Çeviri şiir,
Japon Haiku şiirinden
çeviri denemeleri

Şubat 05, 2012

Siyah Şiir, Siyah Duygu


Nikki, 1980
60’larda Amerika’da bir zenci, üstelik ‘dişi’ ise ne yapar?

Karın tokluğuna ev temizler, aşağılanır, beyazların tecavüzüne uğrar, sineye çeker, iyi bir yaşama sahip olma umuduyla yaşadıklarına katlanır. İçinde bulunduğu halin vahametinin farkında olamayanlar dahi olabilir; diğerleriyse dinine tutunur, kimisi ailesine… Tutunmadan ayakta kalmak zordur.

Böyle bir dünyanın aktivist duyguları müthiş besleyeceğini hayal edebilirsiniz. Fakat özgürlük herkes tarafından istendiği halde kimse onu dillendirmez; söylemlerde bulunanınsa peşinden giden olmaz. Çünkü özgürlük sorumluluktur; kendi hayatının kararlarını vermek, neyin iyi neyin kötü olduğu ayrımını yapmak üzere kafa yormak demektir. Bir evin temizlikçiliğini yaparak ömrünü sürdürmek insana daha rahat gelebilir. Neyin iyi (!) olduğunu onun adına tayin eden insanlar olur etrafta ve onun tek yapması gereken itaattir. İtaat ise kronik korkunun ürünüdür diyebiliriz. Çünkü onlar, zamanında Afrika’dan, kökünden sökülerek getirilip yeni toprağa dikilen iri yarı, güçlü kuvvetli adamların kadınların torunlarıdır. En masum haliyle, korkunun kaynağının, yeninin bilinmezliği olabileceğini ortaya atabiliriz. Çünkü o adamların, kadınların torunlarına bıraktıkları tek miras da bu korku olmuştur; bu yüzden itaat onlara hiç zor gelmeyeceği gibi, verebilecekleri başka bir tepki de hayal güçlerinde anlam bulmuyor olabilir. Bu, dünyanın da işine geliyordur; zira henüz birlikteliğe, bir arada yaşamaya hazır değildir kıta; çeşitlilikten anlaşılansa sınıflandırmadır, istiflemedir.

Peki siyahî bir kadın kendini her gün Amerikan kabusu görmekten nasıl kurtarabilirdi, kurtarabilir miydi?

Nikki Giovanni’nin, 1943’te gözlerini dünyaya açtığı yer, bugün milyonlarca insanın gitmek için can attığı yer değildi; çatışma üzerine çatışma yaşanan, müşterek suçların renk ayrımına dahi tolerans tanımadığı, bir gruba dahil olunmadan hayatta kalmanın çok güç olduğu bir yerdi. Ama o şanslıydı, üniversite okuyabilmişti ve eğitimini dereceyle tamamlamıştı, eline geçen imkânları değerlendirmekten de hiç çekinmedi. Şiirlerinden oluşan ilk kitabı basılmıştı ve adı, “Siyah Duygu, Siyah Söz”dü. Yirmi beş yaşındaki Nikki, bu kitabında tüm yaşamının rotasını çizmişti: O, şairdi; ve insanlara göstermek istediği duyguların siyah da olabileceği, siyah dişininse aslında kadın olduğuydu.

Dünyanın umut vaat eden bir yere dönüştüğünü kabul etmezdim; şiir olmasaydı, bunu kabul etmezdim. Çünkü ota böceğe yazılmış şiirler dahi bir yerlerde bir şeyi değiştiriyor, bunu biliyoruz. Şiirin bir araya getiren, bazen caydıran, bazen tetiği çektiren etkisi olduğunu dikta liderler de biliyorlar ve hep bilecekler bunu. Çoğu zaman seçim propaganda şarkılarını şairler yazmıştır, hatta milli marşları… İşlevselliği ön plana çıkan yapıtta sanatın incitildiğine inansam da, gerçek sanatçının duyarsız kalamama erdemi taşıdığını biliyorum. Hem bülbülü, hem de baykuşu dinleyen sanatçı nasıl olur da hangisinin sesinin -daha(!)- güzel olduğunu dillendirmeden durabilir?

İşte Nikki de, siyahîlerin özgürlük mücadelesine şiirleriyle katıldı. Aile, toplum, anne ve eşit haklardan bahsetti; nefret söylemlerinden kaynaklanan şiddettin hep karşısındaydı. Kanser oldu, ama hastalığı onu hayattan zevk alıp son günlerini sefa sürerek geçirmeye itmemişti. Bunun yerine, “Eğer hayatın tadını çıkarmak için günlerinizin sayılı olması gerekiyorsa, birilerinin zamanını tüketiyorsunuz demektir.” dedi. Giovanni, daha sonra kanseriyle ateşkes imzaladığını, otuz yıllık bir anlaşma yaptıklarını söyledi; dediği gibi de oldu, kanseri alt etti. Hâlen Virginia Tech’in seçkin profesörlerindendir, şiir dersleri vermektir.

Prof. Nikki Giovanni
Bir şiir okuyucusu güçlü bir şiirle tanıştığında, ilk okumanın ardından, -farkında olsun ya da olmasın- o şiirin hammaddelerinin neler olabileceğini düşünür. Hammaddeleri ve -kısmen- işlenmemiş girdileri apaçık seçilen bir şiirinin nasıl oluştuğunu pek düşünmeyiz. Zaten şair de okuyucusunu önemser, onun bu ‘sığ’ suda boğulmasını istemez; belki onu, saçından tutup başını o suya şöyle bir batırıp çıkarmak istiyordur sadece.

Peki pişmiş bir aşın malzemelerinin seçilebiliyor oluşu açlıktan ölen bir insan için önemli midir? Bu soru aç adama sorulsa bize yemeğin lezzetinin değil, doyuruculuğunun öneminden bahseder. Ama bizler -toklar- işlevi hayati öneme sahip olsa da, o yemeğin lezzeti üzerine konuşuruz, konuşmalıyız da; hatta onu tatmalıyız:


alıkoyma şiiri

hiç alıkondunuz mu,
bir şair tarafından
şair olsaydım sizi
sözcüklerimin, veznimin içine
veya jones plajına
ya da belki coney adasına
belki de yalnız evime,
saklardım,
leylaklara şarkı kılardım sizi,
yağmurda savurur
kumsala karıştırırdım;
imgemi oluşturmak için
ve lir çalıp
aşk kasideleri dizerdim
sizin için,
yüreğinizi kazanmak için,
dolayıp kırmızı Siyah ve yeşile, sizi,
fiyaka satardım annenize gösterip
evet, şair olsaydım
alıkoyardım sizi
Nikki Giovanni

Ekin Sanat, Şubat 2012
Deneme,
Şiir: Kidnap Poem

Ocak 22, 2012

KABİL veya İTAAT’E KARŞI KUŞKU



“Dünya, itaatsizlikle var oldu ve itaatle yok olacak.” diyor Erich Fromm. José Saramago da Kabil’de insanlığın başlangıcına uzanıyor; onu var eden bu ilk itaatsizlik eylemine…

Ama Adem ve Havva’yı almıyor merkeze. Çünkü insandan doğan ilk insan Kabil ve biz onun temsiliyiz, o da bizim… Yani düzeneğin merkezinde yer alan Kabil, aynı zamanda biziz; merkezdeyiz. Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürmesi, onun hikâyesinin insanlığın hikâyesi olduğunu gösteriyor. Çünkü insan, aykırı olandır; o, hayvanların aksine, doğaya ve kurallara aykırı olduğu, karşılığında yaratıcı ve emrindeki doğa tarafından cezalandırıldığı sürece insandır.

Nobel ödüllü Saramago’nun, ölümünden önce yazdığı bu son romanı ancak ölümünden sonra basılabildi; klişeleri usta ironisiyle besleyip önümüze sunan yazar, meğer ömrünün sonuna doğru insanlığın başlangıcını yazmış.

Daha önceki romanı İsa’ya Göre İncil, Yeni Ahit’ten uyarlamaydı; ve birçok polemiği de yanında getirmişti. Öyle ki Portekizli yazar kalan ömrünü sakince geçirmek istemiş, Kanarya Adalarına yerleşmişti. Son romanı Kabil ise, Eski Ahit’ten, oldukça iyi bilinen öykülerden uyarlama. İşte bu devrede Saramago’nun kendine has lezzeti olan üslubu ve modern şüpheciliği giriyor devreye ve Ademoğlu, Tanrı, Din üçgeninde, inançlarımızı sorgulamaya götürüyor, zihnimizde kurgulanmış kavramları yeniden tartmaya çağırıyor bizi.

Roman, Adem ile Havva’nın itaatsizlikleri sonucu ‘yaşam’ ile cezalandırılmalarıyla başlar. Adem ile Havva, bir türlü yaşamın sıkıntılarına anlam veremezken büyük oğulları, Tanrı tarafından reddedilen Kabil, Tanrı tarafından kabul edilmiş kardeşi Habil’i öldürür. Ama Saramago’ya göre Kabil bencil ve kötü olan değil; aksine sorgusuz itaat eden ‘iyi’ler ve onların eylemleri kötü olan. Bu şüpheci kardeş katili, “eylemlerine akıl sır ermeyen Tanrı”ya, onun kendisinin de aslında o kadar masum olmadığını söyler. Onu, kadere hükmetme gücü olduğu halde olacakları durdurmamakla suçlar. “Efendi” Kabil’in yargısına hak vermekle beraber, yine de kulunun bu cinayeti kendi hür iradesiyle işlediğini, bunun cezasız kalamayacağını söyler ve onu dünya üzerinde zamansız, amaçsız dolaşmaya mahkum eder. Lanetlenen Kabil, bitirilememiş Babil Kulesi’ne, Tanrı’nın gazabına uğramış Sodom ve Gomore’ye gider; İbrahim’in oğlunu kurban etme teşebbüsüne tanık olur; femme fatalelerin ilki Lilith ile tanışır; servetlerin servetine sahip Eyüb’ün uğradığı felaketleri görür ve kendini Nuh’un gemisinde bulur. Her yolculuğunda, yaşananlara bir şekilde etkisi olur; Tanrı’yı ve onun akıl sır ermeyen eylemlerini gözlemler; sorular sorar, cevaplar arar. Zaman zaman aradığı cevapları ona vermek üzere Tanrı belirir karşısında; ama aldığı hiçbir cevap, Kabil’in şüphelerini gideremez ve Kabil, kardeşini öldürerek yapmaya çalıştığı şeyi -romanın tadını kaçırmamak adına bunun ne olduğunu belirtmiyoruz- nihayet nasıl yapacağına karar verir ve içinde en ufak sızı dahi duymadan eylemini gerçekleştirir. Çünkü biliyordur ki, “İnsanların tarihi, tanrı’yla anlaşmazlıklarının tarihidir; o bizi anlamaz, biz de onu anlamayız.”

Kabil’in kapağında Tiziano Vecellio’nun 1540’lı yıllarda yaptığı yağlı boya tablosundan, Kabil ile Habil figürleri var. Ressam, tabloda bizlere, yalvarırcasına elini kardeşine uzatmış yerde yatan Habil’in ızdırabını hissettirir. Çünkü figürleri, yerden yukarıya doğru görürüz, neredeyse Habil’in gözünden… Buradan hareketle Vecellio’nun tablosunda temsilimizin Habil olduğunu düşünebiliriz; acı içinde kıvranan, katledilen… Ama Saramago romanında, bizi zaman zaman Habil yerine koyuyor olsa da, daha çok Kabil’e benzediğimiz sonucuna varıyoruz. Ayrıca romanda bildiğimiz, üzerinde düşünme ihtiyacı dahi hissetmediğimiz birçok şeyle, bu kez düşünmek kaydıyla yüz yüze geliyoruz. Bunlardan en ilginci de itaat etmedikçe insan olabildiğimiz gibi ilginç, insanı derin düşüncelere sevk eden cümleler. Bu yönüyle felsefeyle iç içe bir kurgu sunmuş yazar bize bu son kitabında. Ve sorular… İnsanların asırlardır cevap bulamadığı soruları, yüz elli iki sayfaya tüm çıplaklığıyla ve olanca ilginçlikleriyle sığdırmış. Işık Ergüden oldukça başarılı çevirisinde, Saramago’nun özgün yazımına sadık kalmış ve karşımıza bir çırpıda biten mükemmel bir roman çıkmış.

José Saramago
Çeviren Işık Ergüden
Kırmızı Kedi Yayınevi
152 sayfa

İnceleme: Taraf Kitap Eki, Ocak 2012

Aralık 01, 2011

Altıncı Bölge

Jonathan Safran Foer
Çev: K. Özkan Dağ

Bir zamanlar New York'ta Altıncı Bölge diye bir yer varmış. Tarih kitaplarında rastlayamazsınız adına ya da her hangi belgeye hakkında. Yani böyle bir yerin var olduğunu ispatlayamazsınız. Hatta var olmadığını ispatlamak çok daha kolaydır. Özellikle bu çağda, sağı solu belli olmayan bir dünyada, insanlar varığını yoğunu şimdiki zamana heba ederken... Tabii bir de Altıncı Bölge diye bir yer olduğuna inanmaya vakti dahi olmayan ya da oranın var olduğuna inanmak için bir sebep olmadığını söyleyen ve nihayet inanmadığını söyleyen birçok insanla karşılaşabilirsiniz. Dikkat ederseniz hepsi "inanmak" kelimesini telaffuz eder.

Altıncı Bölge... O bir adaydı. Manhattan'dan incecik bir su kanalı ayırırdı onu. Bu kanalın en dar yeri dünya uzun atlama şampiyonunun kat ettiği mesafeye denkti. Yani adamın biri suya değmeden Manhattan'dan Altıncı Bölge'ye rahatlıkla ulaşabilirdi. Büyük bir şölen hazırlığı yapılmıştı bu atlayış için. Adadan adaya bageller, spagettiler dizildi, kaplara samosa börekleri kondu, Yunan salataları konfeti gibi etrafa saçıldı. New Yorklu çocuklar yakaladığı ateşböceklerini cam kavanozlarda bir oraya bir buraya yüzdürdüler. Böcekler havasızlıktan titreşe titreşe son ışıklarını yaktılar yaşamlarının son anlarında. Sabırsız çocuklar! Erken davranmasalar sular ışıklarla parlayacaktı.

Uzun atlama vakti geldiğinde sporcu Manhattan boyunca koştu koştu. New Yorklular da peşinde sokak sokak, bazıları da evlerinin pencerelerinden, ofislerinden hatta ağaçların tepesinden izlediler. Nihayet zıpladığında New Yorklular, Manhattan ve Altıncı Bölgenin kıyılarına çökmüş halde tezahürata başladı. Adam birkaç dakika boyunca havada kalınca New York sakinleri bu uçma yeteneğinin büyüsüyle kendilerinden geçti.

Belki de buna havada asılı kalma desek daha doğru olur. Çünkü bu zıplayışı bu denli ilginç kılan adamın bir bölgeden diğerine nasıl atladığı değil, havada nasıl bu kadar uzun süre kalabildiğiydi.

Bir yıl geçti, bir yıl daha ve birkaç yıl... Atlayıcının baş parmağı hafifçe suya sürttü ve suda bir kıpırtı oldu. Nefesler tutuldu. Sudaki dalgalanma Altıncı Bölgeden Manhattan'a doğru yayıldı, ateşböcekleri dolu kavanozlardan biri bu sallantıyla diğerine tosladı. Çan sesini andıran bir ses yankılandı o sessizlikte.

"Belki de kötü bir başlangıç yaptı." dedi Manhattanlı bir vekil suyun öteki yakasından.

Atlayıcı hayır şeklinde başını salladı, biraz da utanmıştı kendinden.

"Rüzgar karşıdan geliyor, yüzüne vuruyor ondan." diye karşılık verdi Altıncı Bölgenin vekili. Ayağını kurulasın diye ona havlu uzatılmasını istedi.

Ama o yine başını salladı.

"Belki öğlen yemeği biraz fazla kaçırmış." dedi seyircilerden biri diğerine.

"Belki de yaşlanmıştır bu işler için." dedi çocuklarıyla atlayışı izlemeye gelen bir diğeri.

"Bahse girerim içinden gelerek yapmadığından oldu," dedi birisi, "gerçekten içinde hissetmezsen bu kadar uzun mesafeyi atlayamazsın!"

Atlayıcı tüm spekülasyonlara "Hayır!" diye karşılık verdi, "Hiçbiri doğru değil, atlayışım mükemmel."

Seyircilerin hepsinin aklında aynı fikir yayılmaya başladı, tıpkı baş parmağın suda yarattığı dalgalanma misali... Bir New Yorklu bu düşünceyi dillendirdiğinde herkes onayladı: "Altıncı Bölge hareket ediyor!"

Altıncı Bölge New York'tan uzaklaşıyor, her yıl birkaç santim... Bir yıl sonra uzun atlayıcının ayağı tamamen suya gömüldü, birkaç yıl sonra da bacakları... Yıllar geçti geçti. Kimse böyle merakla neyi kutladıklarını bile hatırlamaz oldu. Atlayıcı kollarını uzatıp Altıncı Bölgenin kıyısına yapışacaktı ki, maalesef başaramadı, dokunamadı bile. Manhattan ve Altıncı Bölge arasındaki sekiz köprü gerildi gerildi ve sonunda birer birer çatırdayıp sulara gömüldü. Tüneller de bağı korumak için çok zayıftı.

Telefon ve elektrik kabloları koptu, Altıncı Bölge Orta Çağ teknolojisine mahkum oldu. Çocukların büyüteçlerini kullandılar. Önemli evraklardan uçak yapıp binadan binaya atarak ilettiler birbirlerine. Ateşböcekleri dolu kavanozlar, o şenlik günü için suya salınmış kavanozlar, şimdi evlerde ışık olarak kullanılıyor.

Pizza Kulesini inceleyen mühendisler bile çağrıldı bu durumu çözmek için.

Onlar da kayıtsızca "Görünüşe göre toprak gitmek istiyor!" dediler.

New Yorklular, "Peki bu işin bir yolu yordamı yok mu?" diye sorunca,

"Maalesef, yapacak hiçbir şey yok." dediler.

Tabii bir iki çaba gösterdiler kurtarmak için. Ama "kurtarmak" doğru kelime değildi, çünkü o gitmek istiyordu, kurtarılmak değil. Belki "alıkoymak" deyimi daha yerinde olurdu. Adadan adaya zincirler gerildi, ama bunlar da para etmedi, bir süre sonra gerile gerile hepsi koptu. Altıncı Bölgenin etrafı boyunca beton bloklar döküldü, kemerler, mıknatıslar, hatta dualar... Sonuç yine hüsran, hüsran.

Gençler adadan adaya teneke kutulardan telefonlar yaptılar. Ama bunun için de bir uçurtmayı göklerde kaybedecek kadar uzun ipler gerekti.

"Gittikçe zorlaşıyor seni duymak," dedi Manhattan'da yatak odasındaki kız. Gözlerini kısmış, babasının dürbünüyle arkadaşının penceresini arıyordu.

"Bağırmak zorunda kalacağım sanırım." dedi Altıncı Bölgede yatak odasındaki çocuk. Doğum günü hediyesi olan teleskopla bakındı.

Aradaki ip iyice gerildi, zaten destekle duruyordu: Yoyonun ipi, konuşan oyuncak bebek, babasının günlüğünün kalın ara ipi, büyükannenin parlak inci kolyesi, amcasının çocukluk battaniyesi ve bir yığın çaput parçası... Birbirlerine alıp-verdikleri her şeyi kullandılar desteklemek için hattı: yoyo, oyuncak bebek, günlük, kolye, kilim. Daha daha çok şey denediler. İp de olduğundan beter oldu git gide.

Beni sevdiğini söyle dedi erkek kız arkadaşına. Başka söze ihtiyacı yoktu.

Kız ondan bir istekte bulunmadı, "Bu çok saçma! Biz bunun için çok küçüğüz." de demedi. "Seni seviyorum." dermiş gibi izlenim uyandırmıştı karşıdan. Kelimeler yoyo, oyuncak bebek, günlük, kolye, battaniye, çamaşır ipi, doğum günü hediyesi, arp, poşet çay, masa lambası, tenis raketi ve bir gün onun bedeninden sıyırdığı eteğin oluşturduğu hattan yol aldı. Oğlan teneke kutudan avizesinin kapağını kapadı, ipten söküp o sevgi sözcüklerini dolaba sakladı. Ve tabii kapağını hiç açmadı kutunun, açarsa içindekileri yitirecekti. Sadece orada olduklarını bilmek yeterliydi.

O çocuğun ailesi gibi bazı aileler, Altıncı Bölgeyi terk etmedi. Bazıları, "Niye gidelim ki?" dedi. "Tüm dünya hareket ediyor ne de olsa. Bölgemiz bunun üstesinden gelmeyi bilir. Bırakın Manhattan orada kalsın." Böyle düşünen birinin haksız olduğunu kanıtlayabilir misiniz? Hem niye böyle bir işe girişilsin ki?

Birçok Altıncı Bölgeli bu gerçeği, yani bölgenin ayrılışını, ne sorguladı, ne de gidişata direndi, hatta bunu ne prensip ne de cesaret gösterisi durumuna dönüştürdü. Sadece bölgeyi tahliye etmeye yanaşmamışlardır. Hayatlarından memnundular ve onu değiştirmek istemediler. İşte öylece santim santim yüzüp gittiler.

Bu olanların hepsi bizi Central Park'a taşıyor.

O zamanlar Central Park şu an olduğu yerde değildi. Altıncı Bölgenin merkezindeydi; bölgenin neşesi, kalbiydi. Altıncı Bölgenin uzaklaştığı ve kurtarılamayacağı veya alıkoyulamayacağı kesinleştiği an New Yorkluların oylamasıyla parkın kurtarılmasına karar verildi. (Oy birliği sağlanmıştı. En inatçı Altıncı Bölgeli bile yapılması gerekenleri onaylamıştı.) Muazzam kancalar bağlandı parka ve New Yorklular asıldı halatları. Sanki Altıncı Bölgeden Manhattan'a kilimler uzanıyormuş gibiydi manzara yukarıdan bakınca.

Çocukların hareket eden parkta uzanmalarına izin verilmişti. Buna neden izin verilmişti ya da neden sadece çocuklara izin verilmişti kimse bilmiyordu. New York'un gördüğü en büyük havai fişek şöleni yapıldı, sokaklar aydınlandı ve tüm kalbiyle çaldı Filarmoni orkestrası o gece.

Sırt üstü uzanmış çocuklar parkın her yerini doldurmuştu. Sanki o anda o yer onlar için vardı. Havai fişekler parçaları saçıldı etrafa... Yere indikçe söndüler ve çocuklar uzadıkça uzadılar, her saniye bir santim, Manhattan'a ve yetişkinliğe doğru... Park nihai dinlenme yerine kavuştuğunda çocukların her biri uykuya dalmıştı ve o esnada park düşlerini süsleyen mozaikti. Bazıları bağırdı, bazıları sersemce gülümsedi, bazıları da öylece durdu.

Sahiden de Altıncı Bölge var mıydı?

Kesin bir kanıt yok.

İkna olmayı reddeden birisi için kanıt yoktur.

Ama inanmak isteyen birisi için ipuçları ganidir: Central Parkın kayıtlarındaki olağandışı fosiller, su depolarındaki uyumsuz PH değerleri, hayvanat bahçesinin bazı yerlerindeki izler (bu şunu açıklıyor: dev kancalarla açılmış delikler, parkı bir bölgeden diğerine bağlamak için kullanılmış).

Bir ağaç var, atlı karıncadan yirmi dört adım doğuda, gövdesine iki isim kazınmış. Bu isimlere ne telefon rehberinde ne de nüfus sayım sonuçlarında rastlanıyor. Hastanelerde, vergi dairesinde ve seçim kayıtlarında adları bulunmuyor. Ağaçtaki diğer isimleri bulmak mümkünken onların var olduklarını gösteren hiçbir belge yok.

İşte gerçek: Central Parkta ağaçlara kazınan isimlerin yüzde beşinden fazlasının kökeni bilinmiyor.

Çünkü Altıncı Bölgenin bütün belgeleri, evrakları onunla bir yüzüp gitti. O isimlerin o bölgede yaşayanlara ait olduklarını ve Central Park Manhattan'da değil, Altıncı Bölgedeyken o ağaçlara kazındıklarını asla kanıtlayamayacağız. Bazıları, birilerinin sağa sola isim kazıyıp şüpheleri bir adım daha öne çekmeye çalıştığını düşünebilir. Diğerleriyse çok daha başka şeylere inanabilir.

Ama bir insan, hatta küstah, ruhsuz biri bile olsa, Central Parkta birkaç dakika oturup da içinde artan bir endişenin olmadığını söyleyemez. Belki bu bizim anılarımızın canlanması veya umutlarımızın var olmasından kaynaklanır. Belki de parkın iplerle taşındığı o geceden kalmadır, New Yorklu çocukların bilinçaltlarına kazınan o esrarengiz geceden... Belki de o kaybedilene özlem duyarız.

Altıncı Bölgenin ortasında eskiden Central Parkın bulunduğu devasa bir delik var. Ada gezegenin üzerinde hareket ettikçe, sanki açık bir pencere gibi içeriyi gösterir.

Altıncı Bölge şimdi Antartika’da. Kaldırımları buzla kaplanmış... Mozaik camlı kütüphanesi karın ağırlığına direnmeye çalışıyor. Bahçelerde donmuş çeşmeler; donmuş çocuklar, donmuş iplerle bağlı, donmuş salıncakta havada asılı duruyor. Tsitsit giymiş donmuş çocuklar ve annelerinin başlarında donmuş peruklar. Ahırlarda koşarken donmuş atlar, bit pazarında pazarlık esnasında donmuş kalmış satıcılar, yaşamlarının ortasında donmuş orta yaşlı kadınlar... Suç ve masumiyet arasında donakalmış tokmağı yargıcın... Yerde, yeni doğan bebeklerin ilk nefeslerinin kristelleşmiş taneleri, son nefesleri olmuş... Ve donmuş bir dolaptaki donmuş bir rafta donmuş bir teneke kutu... İçinde bir ses, hapsedilmiş.

_____________
Bagel: Kökeni yahudilere dayanan, önce suda kaynatılan ve sonra fırınlanan Amerika'da popüler bir tür simit
Samosa: Güney Asya ülkeleri Hindistan, Pakistan ve Nepal'de çokça tüketilen börek çeşidi
Tsitsit: Dört köşeli, kenarları püskülle işlenmiş, Yahudi erkeklerin giydiği bir çeşit kıyafet

Jonathan Safran Foer 1977 doğumlu yazarın en iyi bilinen kitapları Everything Is Illuminated (Her Şey Aydınlandı, Siren Yayınları) ve Extremly Loud and Incredibly Close (Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Siren Yayınları)'dır. Amerikan çağdaş romancı ve öykücülerindendir. Öykülerinde genellikle görsel imgeler kullanan yazarda büyülü gerçekçilik akımına rastlanır.

Orijinal Adı: Sixth Borough
Tür: Öykü
Dil: İngilizce

Enter your email address:

Delivered by FeedBurner