Ağustos 02, 2013

Sesler, Sözler ve Çeviri

Müzik neden sözlere ihtiyaç duyar?
Dil, değişik tonlarda sesin bir araya gelmesiyle oluşmuştur; seslerden oluşmuş işaretlerin düzenli dizisiyle oluşan müzik, neden sözlerle desteklenmeye gereksinim duyar? Ya da tersinden bakalım, müzik ses parçalarından oluşmuşsa, bu sesler de dilsel süreçlerle anlam kazanmışsa, müzik konuşma/yazı kadar, belki daha güçlü olan kendi öz diline sahiptir; neden müziğe söz eklenerek onun bu güçlü dili yadsınır? Yoksa müziğe sözler ekleme ihtiyacı insanların düşük algı düzeylerinin ürünü müdür?

Başka şeyler de var. Sözcükler anlam ifade edebilmeleri için taşıdıkları seslerle uyum içinde olmalılar. İlkel bir adam düşünelim, bu adamın yaşadığı zaman diliminde dilsel beceri henüz gelişme aşamasında farz edelim. Bu ilkel adam, adı henüz konmamış vahşi bir hayvan ile karşılaştığında bu hayvandan korunmak, daha doğrusu onu korkutup kaçırmak için kollarını iki yana açarak sözgelimi “aaaaaooooov!” diye bağırsa, varsayımımız gereği, bu hayvan bu hareketten ve sesten ürkse ve adamımızı rahat bıraksa; kolaylıkla söylenebilir ki bu adam, aynı hayvanla her karşılaştığında aynı davranışını tekrarlayacaktır. Enstantaneyi biraz daha genişletelim ve adamımızı kendi kabilesinden birkaç adamla birlikte ormana gönderelim ve hepsini bu korkunç yaratıkla karşılaştıralım. Öğrenmiş adamımız, güruhun önüne geçerek, kâh yöntemi diğerlerine sunmak, kâh yırtıcı hayvandan korunmak için aynı sesi çıkararak kollarını iki yana açma hareketini yaptığında, gruptaki herkes ileride tekrar karşılaşacakları bu hayvan karşısında onun bu yöntemini kullanacaktır. Bu hayvana karşı kullandıkları korkutma sesi de, muhtemelen hayvanın adı olacaktır; hatta söyleyiş şekli kullanım yoluyla evrime uğrayacak, “avo/haov/hav/av…” gibi varyasyonlar türeyecektir.

Dilin doğal bir süreç sonucunda ortaya çıktığını kendimce anlatmaya çalıştım; bu süreçte her harf, hatta anlamsız dediğimiz, aslında sesine göre bir duygu taşıdığını da bildiğimiz ünlemler (örneğin, ah, tüh, vah...), dilin gelişimiyle, sayısız kombinasyonlardan geçerek anlamlı bir bütünlüğe sahip olmuştur. Yani, konuşma eylemini derinlemesine analiz edersek elimizde ses parçaları kalacak; bu ses(çik)lerin aynı zamanda müzik oluşturduğunu kimse reddetmez. O zaman –hem müziğin hem sözlerin kökeni sesler ise- ses; bestelerde, şarkılarda iki ayrı kanaldan akar? Birinci kanal, müziğin kendisi; ikincisi yapıttaki sözler oluyor bu durumda. Fakat müzik, kendi başına fikirlerle ve duygularla yüklü; kaliteli bir dinleyici “sözsüz” bir bestedeki fikirleri, duyguları, sanatsı düşlemi pekâlâ algılar. Velhasıl üstte belirttiğim üzere, dilsel süreçler esnasında, anlamlar seslere rastgele yüklenmemiştir, kaliteli bir besteci bu dilsel süreçleri derinlemesine analiz etme becerisine sahiptir, ki müziğinde kullandığı enstrümanlar, dolayısıyla sesler, gelişigüzel seçilmemiştir (Müzikte kurguyu daha iyi anlamak için bkz. Mit ve Anlam; Lévi-Strauss, Claude; İthaki Yay. Çev: Gökhan Yavuz Demir; kitabında “Mit ve Müzik” başlığında, Wagner’in Der Ring Des Nibelungen operası yorumu.)

Örneğin,
Bir kemanın en ince tonda inleyişleri “i” ya da “ü” harflerinin seslerinin tınısına sahiptir. Buradan hareketle, inin inim inlemek, üz-, üzül-, işkence, irin ve benim algımın çok ötesinde nice sesler ve deyişler türetilebilir.

Benzer şekilde, bir basgitarın boğuk ve karamsar tonu, benim kulağımda “a” ve “k” harflerinin tonunu çağrıştırıyor. Buradansa akşam, akis, kara, baykuş, karamsar, kar, kaç- gibi türetimler yapabiliriz.


Bir başka şekilde, şu el zillerinin çın çın şıl şıl çıl diye heyecanla ötüşleriyle -ve bu zillerin genellikle hızlı tempolu oyunlarda kullanılmasından-, eğlence ve sevinç duyguları uyandırdıklarını söyleyebilirim. Bas gitarın karamsar tonunun aksine, kuşların ince ve çevik tonlarını imite eden bu sesler, insanda bir mutluluk, bir coşku hissiyatı, bir kıpırtı uyandıran bu tonlardan, ışıl ışıl, pırıl pırıl, şıklık, şırıltı, çığ[hareketlilik], hoş gibi kelimeler/sesler türeyebiliyor.
Büyütmek için şemanın üzerine tıklayınız.


Dilsel gelişim, alfabetik aynılık
Dikkat ederseniz, seslerden çıkışla dile yerleşen yansıma sözlerin hemen hepsi tek ya da çift heceden fazla değil başlangıçta. Duygular da böyledir, yazınsal ve kelimesel olarak ifade edilemeyen birçok duygu kısa heceler taşıyan, anlamsız sesçikler olarak zihnimizde kıpırdanırlar. Proust gibi yazarların, duyguyu anlatabilmek için yüzlerce sayfaya gereksinim duymaları, bir bakıma, bu ironik durumu –kıpkısa sesçikler halinde aklımızdaki kadifemsi bir köşeyi okşayan, bazen bir müziğin tam yerinde vuran bir notasının, bazen de yalın bir duygulanım sürecinin ürünü olan, kısa olmalarına rağmen, kısa cümlelerin anlatmakta yetersiz kaldığı hali- sesin sahip olduğu hıza ve kıvrak anlatım yeteneğine sahip olmayan yazın sanatıyla anlatmaya kalkmalarındandır. Bunun bir başka nedeniyse elbette yazından bağımsız seslerin (yalın seslerin ya da müziğin) kelime ve kavram çitleriyle sınırlanmamasıdır ki, kısa sürelerde insana dair birçok duyguya öykünebilirler. Şimdi, farklı kültürlerden kimselerin dilsel süreçlerini, insanın en temel hislerinden olan acı hissiyle birlikte inceleyelim. Bu incelemeden beklediğimiz, dilsel gelişimin, coğrafya ve kültürden neredeyse bağımsız biçimde, hemen her insanda aynı şekilde gerçekleştiği; dolayısıyla, her insanın, dışsal bir etmen olan önyargılardan arındığı müddetçe, her çeşit sözü anlayabileceği, her çeşit müziği dinleyebileceği, her çeşit düşünme biçimini gerçekleştirebileceği üzerinde düşünmektir. Bu noktada ispattan söz edemeyiz, çünkü burada aldığımız “acı” hissinin dilden bağımsız olabileceği ya da dilsel gelişim sürecinin en ilkel basamağına ait olabileceği sorunu baş gösterebilir. Bu sorunu tartışmaya devam etmek istiyorum ama şimdi, şu acı hissine değişik dillerde hangi seslerle tepki verildiğine bakalım:

Değişik anadillere sahip insanların canları yandıklarında, ağızlarından çıkan ünlem sesleri, ( [] okunuşları gösterir,)

Türkçe, Ah! ya da Ay!
İngilizce, Ouch! [Auvç]
Fransızca, Aïe! [Aiy]         
Almanca, Aua! [Auw]
İspanyolca, ¡Au! [Auv] ya da ¡Ay! [Ay]
Portekizce, Ai! [Ay] ya da Au! [Auv]
Japonca, 痛い。(fonetik yazım itai) [İday]
Arapça, Ah! ya da Ay!
Filipince, Aray! [?]
Lehçe, [Au]ya da Ała [Auva]

Görüldüğü gibi, birçok dilde, acıya tepki olarak verilen sesler A harfi ve ek sesler yardımıyla yapılmaktadır. Öncesinde değindiğim sorun, bu karşılaştırmayı yaparken, dilsel, zihinsel, yani insana dair tüm yeteneklerin sıfıra indirgendiği, acı gibi bir durumu ele aldığımızdan, metodolojik bir hatanın kucağına düşmüş olabilirim. Ama bu sorunu aşmak üzere pekâlâ başka sorular da sorulabilir. Neden A ve türevi sesler en temel hislerden biri olan acıya tepki olarak ortaya çıkar? Bunda, A sesinin insan tarafından en kolay telaffuz edilen seslerden biri olmasının rolü var mıdır? Öte yandan, birçok dilin alfabesi A ya da E gibi, ya da bu sesleri taşıyan değişik işaretlerle başlıyor, bu bir tesadüf müdür, yoksa ilk soruya verilecek cevap bu sorunun cevabına yakınlaşmamızı mı sağlar?

Aynı soruna bir başka açıdan bakalım. Bir bebeğin ilk çıkardığı sesleri A, B, D harfleriyle gösteririz. Baba, dede, anne, ana, dad, daddy, mom, papa… kelimelerinin seslenimlerinden göreceğimiz gibi, dilsel süreç hemen her insanda, insan türünün fizyolojik temelini de göz ardı etmezsek (ağız, diş, damak, boğaz, geniz vs. yapıları) ilksel sesler, en basit seslerdir, bu sesler genellikle alfabelerin ilk seslerini oluşturur. Buradan hareketle belki alfabede ses ses ilerlendiğinde, ilksel seslerden sonal seslere doğru gidiş, gradiyant bir müzikal geçişle gerçekleşebilir. Bu da insanın, doğuştan dil öğrenme yetisine sahip olduğu gibi, müzikal algıya da sahip olduğunu gösterir; ne yazık ki bu müzikal algı yaşam tarafından köreltilecektir.

Sesler-sözler ekseninde çevirmen
Sesler ekseninde çözümleme yapmak tatmin edici malzeme bulabilmek açısından kolay, ne de olsa hepimizin bir sesi, bir dili var; öte yandan bütünleşmiş sesler ve kültürler unsuru olan dilde, tümdengelim metodunu uygulamak, yani dili yapısal bozuma uğratarak çıkarımlar yapmak hayli zor. Bunun temel nedeni, kaynaktan epey uzaklaşılmış olunması, dilin kaynağı olan seslerden. Bunda geçirdiğimiz sayısız öğrenmenin rolü büyük. Bu öğrenmelerin giderilmeleri (unlearn), yeni öğrenmelerin bilinçli yapılması noktasında, farklı dillerle muhatap olmak yarar sağlayacaktır, zira bir dilin sahip olduğu seslerin yorumlanması işi, farklı dillerin benzer durumlardaki seslerinin tespitiyle yakından ilişkilidir. Burası, diller dili çevirinin devreye girdiği noktadır. Ne de olsa, dünyayı ve kapsadığı her şeyi (müzik dâhil) algılama sürecimiz gözle görülenin ve hissedilenin zihnimizde düşünsel adacıklara, kimi zaman da somut fikirlere çevrilmesidir. Çevirmenin yaptığıysa bu çevrim sürecini bilinçli olarak kontrol etmek olabilir.

B Planı, Sayı 2 Haziran-Ağustos, 2013
Deneme, Dil üzerine düşünceler

Nisan 14, 2013

Okyanus Yüzeni


1633 civarında şiir için çizilmiştir,
Danimarka Kraliyet Kütüphanesi.
Physiologus; Physiologiae’nın, yani doğa-bilim, dönemin ağzıyla ifade etmek gerekirse, doğadan düşünce devşirme ilmi, olarak tarif edilebilen kelimenin, Latince bir formudur. Günümüz bilim dalları taksonomisine fizyoloji olarak geçmiştir geçmesine ama ne benim bahsedeceğim konunun, ne de bu derlemenin maksadının bir bilim icra etmek olmadığı aşikârdır. Hangi derlemenin?

Physiologus, İskenderiye’de, adı bilinmeyen bir yazar tarafından Yunanca olarak yazılmış ya da derlenmiş didaktik metinlerden oluşan bir eserdir. Sonradan Latince’ye aktarıldığına inanılan metinlerin M. S. II. yüzyıl dolaylarında yazıldığı sanılmaktadır, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından sonra yazıldığından neredeyse eminiz.

Physiologus, bazı gerçek ve kurgusal hayvanlar ve objeler üzerinden yazılan şiirlerden oluşmaktadır. İskenderiye’de yazılan bu metinlerin, gerek teolojik incelemeler gerekse üslup bakımından Doğu’ya ait olduğunu tahmin edilebilir. Zaten Kelile ve Dimne’yi okuyanlar bilecektir, insandışı bir varlıktan düşünceler devşirme, daha çok Doğu’ya özgü edebî bir gelenektir. Bu metinlerin önemi, sonraki yüzyıllar boyunca, özellikle Orta Çağ’daki doğa-felsefe algısını oluşturmalarındadır. Derlemede geçen ve günümüzde hâlâ bilinen hikâyelerden bazıları, küllerinden doğan Phoenix, kendi kanıyla yavrusunu besleyen Pelikan, ancak bir bakirenin dizlerine kendini teslim eden tek boynuzlu at (Unicorn).

Derlemenin içerisinde bir nesne veya hayvanla özdeşleştirilen, Roma’nın Hristiyan âlemine bıraktığı miras suretiyle klasik Orta Çağ Hristiyan anlayışını şekillendiren bu hikâyeler elli bir tanedir. Benim çevirisini yaptığım balina şiiri, gezginlikten ve onun nihai sonucundan bahseder.

Şiir, tek tanrılı dinlerin özünde, dinin savunduğu inanç sistemi dışında bir başka sistemin var olamayacağı anlayışı yatmasından şekillenir; Tanrı, insan gibi aciz bir varlığın sığınabileceği tek güvenli limandır, onun haricindeki her düşünce, açık denizlerde gezinmek, huzur bulamamak demektir. Balina şiirinde bundan bahsedilmektedir. Şeytan, balina ya da devasa deniz gezgini bir hayvanla ilişkilendirilirken, Tanrı inancını reddedenler ya da tek Tanrı’dan uzaklaşanlar, açık denizde yönünü yitirmiş denizcilere benzetilmektedir. Demirleyecek bir liman arayışında olan bu adamlar, durmadan gezinirler, çünkü inanışa göre insanın bir dayanağı olmalıdır; meselenin özündeyse, insanın gezgin olamayacağı, bir yere tutunma ihtiyacıyla yaratıldığı inancı yatmaktadır. Nitekim, Tevrat’ta (Çıkış 32) Musa, Rab’bin emirlerini dinlemek ve ona danışmak için dağa çıktığında, onun geciktiğini gören İsrailoğulları, Rab’larının artık kendilerini terk ettiğini ve yeni bir Rab’be ihtiyaçları olduğunu düşünerek, Musa’nın kardeşi Harun’dan, kendilerine bir put yapmasını ister. Sanki Harun da, onların bu fikrî çıkarımını onaylamaktadır ki, kavimden, yanlarındaki tüm altını getirmesini ister; tüm altını eritip döker ve onlara buzağı şeklinde bir ilah yapar. Unutulmamalıdır ki, İsrailoğulları ‘gezgin’ bir kavimdir, onların bu gezginlik ve bir yere ait olmama düşünceleri onları yine diğer kavimler gözünde “şeytansı” kılar. Konuya dönecek olursak, Harun’un put yapma eyleminin tefsirinde, insanın tanrısız kalamayacağı fikrinden sanırım Yahudi din âlimleri tarafından birçok kez bahsedilmiştir. Şiirdeki balina (ya da devasa deniz yaratığı) metaforuysa, düşüncelerde gezen kimsenin, bulup bulabileceği tek fikrin bizzat kendisinin, zamanı gelince onu alaşağı edeceği ve derinliklere (cehenneme) sürükleyeceği inancının cisme bürünmüş halinden başkası değildir. Açık denizde bir denizcinin dayanağı bir adadır, şiire göre de şeytan, okyanuslar ortasında kalan insanın en çok ihtiyaç duyduğu zaman öylesine buluverdiği bir ada olarak ufukta belirir.

Öte yandan, pagan kültlerinin yıkımının ardından neredeyse tüm kıtalara yayılmaya başlayan tek tanrılı inanç sistemlerinde, gezgin yıkıcılık bir şekilde baş gösterir; çünkü pek çoklarına göre pagan kültleri, “gezgin, huzursuz ve kâfir” zihinlerin eseridir. Bu gezginlik anlayışının pagan kültüründeki en iyi kişileştirilmiş hali Kuzey Mitolojisinin Odin’idir. Tanrı Odin, bir gözü kör, elinde asası, iki omzunda haberci kargalarıyla diyar diyar gezen, hayatını bilgelik arayışına adamış bir tanrıdır; böylelikle onun üstlendiği rol doğrudan şeytansı anılmıştır. Tevrat’taki hikâyeler de düşünce-gezginlik-huzursuzluk noktasında bizi aynı yola sokar. Nitekim, Adem ile Havva’yı Bilgelik Ağacının meyvesinden tatmaya ikna eden şeytandır. Bir kez bilginin, doğru ve yanlışın ayrımına varan ilk insanlar, dünya üzerinde gezginliğe çarptırılmıştır. Buradan hareketle, bulanık ve durmadan düşünen ve sorgulayan zihinler, tek tanrılı dinler tarafından şeytanın ordularının neferi olarak görülür.

Ek bilgi:
Ve yılan [Şeytan] kadına [Havva] dedi: Çünkü Rab bilir ki, ondan [bilgelik ağacı] yediğiniz gün , o vakit gözleriniz açılacak, ve iyiyi ve kötüyü bilerek Rab gibi olacaksınız. (Tekvin 3.4-5)

Aynı anlayış, İrlandalı şair W. B. Yeats’in The Wanderings of Oisin (Oisin’in Gezintileri) şiirinde de görülmektedir. Oisin, Hristiyanlık öncesi İrlanda’nın bir kahramanıdır; şiirin kurgusu Oisin ile İrlanda’yı Hristiyanlıkla tanıştıran S. Patrick [Aziz Patrick] arasındaki diyalogdur. Oisin, S. Patrick’e karşı pagan kültünü savunmaktadır ve şiirin daha başında, S. Patrick, Oisin’e bakın nasıl seslenir:

Sen ki eğri, dazlak ve körsün
Zalim yürekli ve gezgin akıllısın
Bilindi adın üç yüzyıl, ozanlar şakıdı
Şeytanî işveyle senin hallerini.

Şiirin adının, Oisin’in “Gezinti”leri olması bir tesadüf değildir.

Physiologus’taki şiirde, balina metaforu, huzursuz, gezgin denizcileri, denizin ortasında kara parçasını andıran sırtını yükselterek davetkâr bir şekilde bekleyen şeytandır. Bir düşünceden başka düşünceye yüzen denizciler, içgüdüsel olarak bir konak yeri ararlar kendilerine; ve hayvanın sırtına demir atıp kamp kurarlar. Artık orada kalmaya iyice ikna oldukları sırada, balina tarafından derinliklere sürüklenirler.

Milton’ın Paradise Lost şiirinde, aynı deniz yaratığı, "Leviathan" (Levyatan ya da Livyatan) ile ilişkilendirilir (Paradise Lost 1:201). Levyatan, okyanuslarda yüzen devasa bir yaratıktır. Timsah, kaplumbağa ya da balinaya benzetilmektedir (üstte Şeytan’dan yılan diye bahsedilmişti.) Bu bağlamda Herman Melville’in Moby Dick’inde de esasen şeytan metaforuyla savaşılmaktadır. Yaratığın gerçekte, fiziksel formu tam olarak bilinmez, ama hemen her kültürde bir benzeri bulunmaktadır. Tevrat’ın Eyüb (41:1) kitabında Rab Eyüb’e şöyle seslenir:

Levyatanı olta ile çekebilir misin?
Ve ilmekle onun dilini sıkabilir misin?

Yani, Rab Eyüb’e, ‘Şeytan’ı zapt edebilir misin? Onun ağzına gem vurabilir misin?’ demektedir. Aşağıdaki çeviride de bu hayvanın, ağzını açarak ihtiyatsız kimseleri yuttuğu anlatılır.

Birçok dile çevrilen Physiologus’taki Balina şiirinin, Eski ve çağdaş İngilizce çevirilerinden yararlanarak yaptığım çevirisi şöyledir:

Balina

İmdi, gene mahmuzlarım nüktemi ve
Şiir hünerimi, türküme sözleri katıp
Balık ırklarından birini anlatmağa,
Engerek-tosbağı*. Denize açılan erlerin [*İng. Asp-turtle; Yunanca Aspidochelone]
Gönülsüzce tesadüf ettikleri,
Ürkünç yutucusu insanoğlunun. Namına
Derya-yüzeni dedikleri, Fastitocalon.* [*Latince, okyanusu hızlısı]
Boz, haşin kayalar gibi rengi, yüzdükçe
Sazlık biten kabarık kıyıları andıran,
Ardı sıra kum tepecikleri olan engebeli,
İşte, deniz gezginlerinin ada zannettikleri.
Küstahça, yüksek pruvalı gemlerini urganlarla
O kıyıya demirlerler, o kara parçasına,
Kara parçası olmayan. Yüzerken hâlâ
Okyanus yılkıları, şaha kalkarlar o kıyı boyunda;
Yürekleri bitkin denizciler karaya iner,
Tehlikeden ırak zihinleri, konaklarlar orada.
Keyifle, ateş yakarlar kumlarda,
Kıvılcımları yükselen. O meskende, ışığın kalbinde*,
                                                       [*Işık-getiren, İbranice Lucifer, şeytanın bir başka sıfatıdır.]
Otururlar, -yılgıdan ırak- tatlı istirahat arzusuyla.
Derken, düzenbaz iblis adamları fark etti mi
Üzerine yerleşen, orayı mesken belleyenleri,
O nazik havayı soluyanları, ansızın
Tuzlu sular altına dalıverir dibe,
Dosdoğru derinlere sürükler avını;
O ki, okyanusun konuğu, sulak inlerde
Gemileri ve adamları yutar, tez hapseder
Ölüm yurtlarına onları. Böylesi,
İblislerin usulüdür, şeytanın hilesi: kudretini gizleyip
Sinsice baştan çıkarmak ihtiyatsız adamları,
Tekmil hikmetli amellerden alıkoymak,
Ve yardım, huzur dilendirmek
Ummadık hasımlardan; ta ki hainin birinde
Karar kılıp da mesken tutturana dek.
Ardından, içi hinlik ve fesatlıkla dolu,
Cehennem ıstırabına zincir atmış iblis,
Sezer ki muhitine konmuş adamlar sebatla,
O pek fena kalleşliğiyle, başlar kıskacına almaya ve
Mahvetmeye, kâh mağrur kâh mütevazıları,
Üzerinde konaklayanları, günaha giren
Dünyada onun emellerini icra edenleri.
Sufî miğferini kuşanmış karanlığın,
Avıyla bir cehenneme gider süratle,
İyilik yoksunu puslu kasavete doğru,
Kasvetli gölün -kapkara, dipsiz- filizlendiği,
Mahlukun kendisi gibisi, Fastitocalon’un;
Mahveder gemicileri, emin adamları
Ve kudretli gemilerini. Bir başka vasfı vardır,
O mağrur deniz-gezenin, pek daha ihtişamlı:
Dipte açlık tuttukta bu mahlukatı,
Canı yiyecek çekti mi, ağzını açar
Okyanus gardiyanı, gerer muazzam dudaklarını
İnsi gırtlağından cezbedici bir koku salar.
Tatlı esansı aldatır başka balıkları,
Tez çeker sürüleri kokusuyla
O habis mekâna. Dolar gafil kafile
İçeri, ta ki gergin ağız taşkınla
Tıka basa dolana dek, derhal kapanır sonra
Korkunç çeneler, hapseder avını.
İşte, şu fani zamanda, kulak asmadan
Yaşayan her ölümlü, teslim eder
Tatlı esansa, ayartıcı umuda kendisini
Baştan çıkarmasına; işte, Tanrı’nın gözünde,
İhtişamın Şahıdır o, günahları tiksinç kılar onu.
Ölümden sonra açar cehennem kapılarını
Cümle lanetli iblis, açar onun için
Her kim ki budalalık eder de burada,
Müsaade ederse bedensel hazzın
Ruhanî hidayeti alt etmesine.
Oyunbaz iblis, gönderdi mi sapkınları
Şeytani zanaatin hüneri, günahlarla
Cerahatlenen kızgın göle, kendisine
Sadık olanları, dünyevî yaşamlarında
Onun talimatlarını canı gönülden işitenleri,
Ölümün ardından kapar ıstırap saçan çenelerini,
Cehennem kapılarını. İçeri girenler bilir
Ne avuntuya ne de firara yer yoktur hükümden,
Ve kısılır orada, yüzen balıkların
Canavarın pençesinden kurtulamadığı gibi.
Öyledir ki, en iyisi cümlemiz için
Tanrı’ya hizmet ve övgü; efendilerin Efendisi,
Ve her daim tüm sözlerimizde ve eylemlerimizde
İblislerle mücadele etmek, ki görebilelim
Görkemin Şahını. Böylesi, fani şeyler zamanında
Huzur ve kurtuluş için çabalayalım,
Bu suretle Efendi’yi memnun edebilir de
Onun tükenmez şanına övgüler sunabiliriz.

B Planı, Sayı 2, Mart-Nisan 2013
Deneme, Çeviri Şiir

Enter your email address:

Delivered by FeedBurner